Bir “sanatçı”ya “en beğendiği aydın” sorulduğunda…
“Sıfırdokuz” karşılığını vermişti…
Aydın, ilimiz.
Plâkası 09 malûm.
O “sanatçı” bu sözüyle Türkiye’deki “aydın” sıkıntısına dikkat çekmiş oluyordu kendince.
Doğrusu…
Aydın daha doğrusu “münevver” sıkıntısı yaşadığımız belli.
Biz şimdi, “münevver”den ilerlesek çokları bu güzel kelimemize bile yabancı olduğundan anlaşılmayacak.
Aydın, münevveri karşılamasa da, “alışkanlığı” göz önünde bulundurarak “Aydın Havası”ndan ilerleyeceğiz.
Bizde, “aydın” takılanların, bu unvanla öne çıkartılanların çoğu bir yerlere bağlı ve bağımlı.
Güç odaklarından birine, birilerine bağlanmak ve oralar neyi istiyorsa onu yapmak; ağzına, burnuna, gerdanına o kıvamı vermek…
Güç sahiplerinin güçlerini kaybedecekleri anlaşıldığında, hemen yeni kapılar aramak…
Yeni efendilere tabi olmak…
“Aydın” denilen zümrenin genel tavrı.
Kimin arabasına binerse, onun türküsünü çağıran tipler…
Gelene ağam gidene paşam, tipler…
*
“İman zayıflığına” işaret eden haller…
Rızkın kullardan geldiğine inanıyor olmalı böyle yapanlar!
Hesap günü “endişesi” de arka plâna itiliyor olmalı.
*
Hünkâr’a “Gururlanma Padişah’ım senden büyük Allah var!” hatırlatması, “ölümün ve hesap gününün” bir an bile akıldan çıkmaması gerektiğine işaret.
İşte biz de bu yaşa geldik.
Uzun (ya da kısa) yıllar boyunca birlikte çalıştığımız büyüklerimizin neredeyse tamamı rahmetli oldu.
Küçükken başımızı okşayarak gönlümüzü alanların da, hoyratlık yaparak kalbimizi kıranların da çoğu vefat etti.
Kimi hayırla yâd edilenlerden, kimi de bahsi geçmeyenlerden oldu.
Merhum İbn’ül Emin Mahmud Kemal İnal’ın “Semere-i hayat hayırla yâd edilmektir.” cümlesiyle ifade ettiği mesele.
Biz öldüğümüzde, samimi şahitlikler ne yönde olacak?
Arkamızdan haklarını helâl edenlerin gönülleri ferah mı olacak yoksa “Aman, ölmüş gitmiş, hesabını Allah’a verecek nasılsa!” mı diyecekler?
Bize haklarını helâl etmeyenler haklı mı olacaklar, yoksa haksızlık mı etmiş olacaklar?
*
“Hesap kaygısı” olmayanın “Münevver” (Biz ‘aydın’ diyelim yine) olması mümkün mü?
İnsanoğlu, kendisini aldatmakta çok mahir.
Sürekli olarak mazeret üretir yaptıklarına…
Sürekli olarak topu bir yerlere atarak, rahatlatmaya çalışır vicdanını…
Oysa…
Vicdanı rahatlatmaya ihtiyaç hâsıl olmuşsa, ortada ters giden bir şeyler var demektir.
Güzel işler kalbe ferahlık verir.
Şüpheli işler ise bir yerleri tırmalayıp durur…
Psikolojik savunma mekanizmaları harekete geçer…
Mesela…
Haramlığı tartışmasız bir işten para kazanan birine, bu yaptığının kötülüğünden bahsettiğinizde…
“Aman, boş versene abi, imamların aldığı maaşlar bile sonuçta faizden, kumardan gelmiyor mu?!” yollu lâflar eder.
Alkole alışmış birine yaptığının zararlarını anlattığınızda,
“Rakı için ölüyor da su içen ölmüyor mu?!” der.
Kimi bin türlü yanlış yapar…
Bile isteye yapar…
Sonra da kabahati “kader”e atar, ya da “zalim felek” söylemine sarılır.
“Batsın bu dünya!” diye bağırır!
İnsanoğlu böyledir…
"Uykudadır, ölünce uyanır!"
Dünyada milyarlarca Müslüman var ama bir avuç Soykırımcı Siyonist ile başa çıkamıyor bu kalabalık.
Peki kalabalıklar mı öncülük edecek zulme direnişe…
Yok, hayır…
Münevverler…
Hadi “aydınlar” diyelim…
Yolu aydınlatacak olanlar…
Kitleler, onların peşinden gidecek…
“Parayla çalışan aydınlar” insanlığı hayra götürebilir mi?
Her yazdığında, her konuştuğunda mutlaka “Aman dünyevi menfaatlerime zarar gelmesin!” endişesini yaşayanlar, bırakın başkalarının yollarını, kendi yollarını aydınlatabilir mi?
*
“Aydın” takımı böyle olan bir topluluk, Allah’ın yardımını hak edebilir mi?